Ankara Queer Sanat Programı

yayılan ses ile alıcı beden arasında: Julia E. Dyck ile röportaj

03/06/2021

yayılan ses ile alıcı beden arasında:

Julia E. Dyck ile röportaj

 

Alper Turan

 

 

Untitled Performance, Artist Commons, 2019. Photo by Michel Christelbach

 

Alper: Bu heyecan verici misafir sanatçı programındaki diğer katılımcılar gibi senin de COVID19’dan dolayı Türkiye'ye gelememiş olman ve programın planlandığı gibi başlayamamış olması talihsiz bir durum. Ancak bir şekilde programın gerçekleşeceğine eminim. Bu program dahilinde gerçekleştirilmek üzere önerdiğin projeyle başlamak isterim. Projenden bahsetmek ister misin?

 

 

Julia: Bu zamanı, bir performans, zihinsel bir durum ve politik bir seçim olarak dinleme eylemini araştırmakla geçirmeyi planlıyordum. Amerikalı besteci Pauline Oliveros'un derin dinleme ve lezbiyen müzikoloji hakkındaki çalışmalarından ve yazılarından ilham alıyorum. Bir başlangıç noktası olarak bu araştırmadan yola çıkıyor ve queer bir eylem olarak dinlemenin taşıdığı potansiyel üzerine düşünüyorum. Bedenleşmiş, kimliğe yerleşmiş bir dinleme edimidir bu ve queerliği gelip geçici bir olanak, bir toplumsallık ve ilişkisellik tarzı olarak gören bir anlayışa işaret eder. Bu araştırmanın, görünmez, öznel ve bedenleşmiş dinleme pratiğini bir şekilde görünür kılan video veya görsel-işitsel bir enstalasyona evrilebileceğini düşündüm.

 

 

 

Alper: Anladığım kadarıyla senin pratiğin sesin farklı şekil ve tonları etrafında gelişiyor. İnancım o ki, hem bilinçli ve bilinçsiz seçimlerimiz hem de yaşadığımız deneyimler, bizi belirli mecralarla çalışmaya yöneltiyor. Seni sese yönlendiren şey neydi?

 

 

Julia: Her ne kadar çalışmamın değerinin veya özünün kullanılan mecraya değil de fikirlere, kavramlara ve hikâyelere bağlı olduğuna inansam da, işitme duyusuyla ve işitmeyle ilgili şeylerde kesinlikle beni içine çeken bir şey var. Yürümeye ve konuşmaya başlar başlamaz Winnipeg'de ailece gittiğimiz kilisenin çocuk korosunda şarkı söylemeye başladım, ardından da piyano dersleri geldi. Yani şarkı söylemek ve müzik yapmak her zaman hayatımın bir parçası oldu. Sesin gücü, özellikle de birlikte şarkı söylerken çıkan seslerin gücü beni gerçekten etkiledi. Kendi sesinin gruptaki başka seslerin içinde kaybolmasından daha tatmin edici başka bir şey olduğunu düşünemiyorum. Yıllarca gruplarda çaldım, ardından bir topluluk radyosunda program yapmaya başladım. Hem bir fenomen olarak sesin kendisiyle hem de ses iletim süreçleriyle, enerji dalgalarıyla ve müzikal kompozisyon ya da anlam dışında sesin içerdiği şeylerle ilgilenmem de aslında orada çalıştığım döneme denk gelir. Son zamanlarda ise sesi cisimleştirme dürtüsü hissediyorum. Elektronik materyaller üretmek zaten ilk çalışmalarımın bir parçasıydı, şimdi de yaklaşan bir sergi için heykeller üzerinde çalışıyorum, bunların bazıları ses çıkarıyor, bazılarıysa göstermekten ziyade ima ederek sese atıfta bulunuyor.

 

 

 

Auditory Fantasy, Volksroom, 2020. Photo by André Chapatte

 

 

Alper: Ses ile görüntü ya da işitsel olanla görsel olan arasında bir ikilik kurmak istemem, fakat senin için sesi farklı kılan nedir? İçe işleyen, kaçınılması imkânsız, hayaletvari bir mevcudiyet olması mı?

 

 

Julia: Sanırım sanat pratiğimde beni sesle çalışmaya çeken ilk şey, hayal gücüne bıraktığı potansiyeldi. Çalışmalarımın çoğu bir anlatı etrafında kurgulanıyor ya da izleyiciyi bir fantezinin içine girmeye, başka bir dünyayı, paralel bir evreni hayal etmeye veya bu evrenden farklı bir şekilde zevk almaya davet ediyor. Concordia'da iletişim ve medya alanında yaratıcı-araştırmacılık eğitimi alırken, bilim kurgu ve anlatı üzerinde çalışmaya başladığımda iş arkadaşlarımın ve hocalarımın çoğu "film yapmak istemez misin?" diye soruyordu. İşte o zaman bu fikirleri görsel olarak ifade edemeyeceğimi, zira böyle bir alanın henüz var olmadığını, cisimleştirilemeyeceğini ve dolayasıyla zihinde inşa edilmesi gerektiğini fark ettim. Bu belki tembel bir sanatçı tavrı ya da izleyiciden çok şey istemek gibi görünebilir, fakat fantezi meselesini çok ciddiye alıp, imgenin söz ve ses aracılığıyla dinleyicinin zihninde inşa edilebileceğini umuyorum. Dahası sesin maddi boyutuyla ve bedenden ayrılmış sesin ima ettiği veya yansıttığı her şeyle ilgileniyorum. Bunun çok ilginç içerimleri var, özellikle de toplumsal cinsiyet ve duygu/ duygulanma söz konusu olduğunda.

Sesin içe işlemesi fikri beni büyülüyor. Dinleme, öznel bir fiziksel ve zihinsel süreç. Algılanan sesler de yayılan ses ile alıcı bedenin ortak yaratımı. Üstelik ses dalgaları beden ve beyin üzerinde fiziksel bir etki de yaratabiliyor. Amanda Havey’le birlikte bakım edimlerini incelediğimiz ve halen devam eden Infinite Source (Sonsuz Kaynak) adlı anlatısal çalışmada iyileştirici frekansları ve tona bağlı beyin dalgalarını ele alıyoruz. Bu belirli frekanslar, beyinde çok güçlü tepkiler ve değişen bir bilinç durumu üreten ses dalgalarının beyin dalgalarıyla senkronize olmasına neden olabiliyor.

 

 

 

Alper: Bir sesi queer yapan nedir? Temsili olmayan ya da göstereni olmayanı diyebileceğimiz sanat, sanatçının cinsel biyografilerini bilmiyorsak, nadiren queer olarak tanımlanır. Senin sesini queer yapan nedir sence?

 

 

Julia: Bence ses ve dinlemeyle ilgili pek çok söylem, dinleyicinin tarafsız, edilgen bir özne olduğu fikrini kanıksamış durumda. Oysa bana göre bu fikir, bedenlerimizle dinlediğimiz ve deneyimlerimizin şeyleri algılayış biçimimizi etkilediği gerçeğiyle çelişiyor. Estetiğinden dolayı queer olduğu düşünülecek işler yapmaktansa, deneyimimi veya arzumu yaptığım işe aktarmaya çalışıyorum. Örneğin, üzerine çalıştığım Frequency Interference (Frekans Girişimi), insan, teknoloji ve dünya arasındaki kurgusal yakınlıklar etrafında gelişen çok kanallı bir görsel-işitsel performans.

 

 

Ayrıca hem dinlemenin hem de materyal olarak sesin kendi başına nasıl queer olabileceğine dair daha kapsamlı fikirlerim var. İnsanların algılayabildiği kısıtlı duyu sistemlerinin çok ötesinde bir sonik evreninin var olduğu fikrini seviyorum. Bu evrende çoklu bir dünya, doğrudan duyduğumuz şeyin altında ve üstündeki frekansların süre giden yayılımı var. İşte bunun normatifliğe direndiğine inanıyorum. Duyarlı olmaya çalıştığım ya da en azından olan bitenin sadece bundan ibaret olmadığını kabul ederek dünyayı keşfettiğim türden frekanslar bunlar. Her zaman algının hemen dışında kalan bir şeyler vardır ve her anın içinde birden çok gerçeklik yaşanır. Bana göre, yeni bir şeye duyarlı hale gelme veya onun için hazır ve nazır olma hali, başka bir yaşam biçimi, diğer insanlarla veya çevrenizle ilişki kurmanın başka bir yolu. Ben de çalışmalarımda bunu yapmayı deniyorum. Bahsettiğim gibi benim için sesle çalışmak, hayal gücüyle uğraşmak, imgelerin zihinde yaratılmasına izin vermek anlamına geliyor. Hayal gücü, sahip olduğumuz en radikal araç ve elbette dünyaları, gelecekleri ya da başka varoluş biçimlerini hayal etmek de önemli.

 

 

  

Frequency Interference, Haus der Kulturen der Welt, 2018. Photo by Laura Fiorio

 

 

Alper: Sesi ritim, müzik, gürültü veya sadece bir insan sesinden apayrı bir biçimde tanımlamak üzerine düşündüğümüzde, somut olmayan bir "materyal" için bu tür sınırlar koymak garip hissettiriyor. Pratiğin, ayrıca bu sınırları aşmaya mahsus bir çaba içeriyor mu? Bunu queer bir strateji olarak görebilir miyiz?

 

 

Julia: Evet kesinlikle. Özne-nesne, gürültü-müzik, eril-dişil, üretken-üretken olmayan vb. ikiliklerin ötesine kasten geçmeye, bunlar arasında yeni alanlar oluşturmaya çalışıyorum. Biçim bakımından olsa bile,  arada-olma haline, birçok disipline yakın durarak çalışmaya son derece bağlıyım.

 

Bence etrafımızda bulunan, ama her zaman algılayamadığımız fenomenlere (eko-akustik, atmosferik parazitler, alan kayıtları aracılığıyla) dikkatle odaklanmak ya da bunların farkına varmak, bize tek yönlü olduğu söylenen dünyayı başka şekillerde deneyimleyip, sonra da bu enerji ve duyumun aşırı farkında olmak gibi bir queer deneyimi yansıtıyor. Normatif olmayan yollardan oluşan algı ve dikkati ele almaya çalışıyorum.

 

 

 

Alper: Çalışmanı bir kitlenin önünde icra etmek ile evde veya stüdyoda kaydetmek arasında büyük bir fark olduğundan eminim. Pratiğinde performatiflik ne kadar baskın? Kullandığın ses bağlamlara ve mekânlara göre nasıl konum ve şekil alıyor?

 

 

Julia: Performans çok önemli. İzleyicinin ve icracının fiziksel olarak aynı mekânda olması ve ikisi arasında bir enerji yaratması bakımından bence keyif verici bir şey. 2018'den beri, iletişim, algılama ve bilinç başlıkları hakkındaki Auditory Fantasy (İşitsel Fantezi) adlı bir sunum-performans üzerinde çalışıyorum. Kolektif fantezi için bir ortam yaratmak amacıyla vokaller, gürültü ve geribildirim yoluyla yoğun bir ses alanı yaratıp telepati de dahil olmak üzere farklı aktarım biçimlerini deniyorum. Bu stereo kayıtla elde edilebilecek türden bir deneyim değil. Ses çalışmalarımın çoğu canlı performansların dokümantasyonu,  bazen bunlara ek olarak bir stüdyo kaydı yapıldı. Bir fikri hayata geçirmek için gerekli araçlara sahip olduğum sürece üretim değerinin veya teçhizatının gösterişli olması umurumda değil. En sevdiğim çalışmalarımdan bazıları çok büyük zorluklar içinde yapıldı.

 

 

Enstalasyon yaparken, sesli kısımlara ilgili genelde pek çok sorun yaşanır. Bu yüzden akustik olarak neyin mümkün olduğunu görmek için mekân hakkında olabildiğince çok fikir edinmeye çalışıyorum. Genellikle çok kanallı çalışmalar yapmayı veya mekânın sesinden yararlanmayı tercih ediyorum. Klasik beyaz bir küpe benzeyen bir mekanda grup gösterisi benim için özellikle zorlayıcıdır. Zira ses ya galeriyi doldurup başka çalışmaların arasına karışıp kaybolacak ya da kulaklıktan verilecektir. Bu da beni mekâna özgü enstalasyonlar, görsel notasyonlar, metin ve video ile çalışmaya yönlendiriyor.

 

 

Galerie d'art et Essai'de bir grup sergisi için Some Words (Bazı Kelimeler) çalışmasını yaptım. Bu işte, radyo transkriptlerinden kelime kelimesine aynı orantıda notasyonlar yaptım. Ayrıca bu kayıtlara duraksamaları, hatalı başlangıçları ve diğer her şeyi dahil ettim. Ardından bunları başka sanatçılar icra etti. Kayıtlar kulaklıktan dinleniyordu, notasyonlar ise duvardaydı. Böylece performans mekâna farklı bir şekilde yerleştirilebiliyordu.

 

 

 

workshop voice echo transmission, Galerie Art & Essai, 2019. Photo by dotgain

 

Alper: Pratik ve kullanışlı imkânlarının ötesinde teknolojiyle başka nasıl bir ilişki kuruyorsun? Senin için sesin, bedenin ve teknolojinin queer potansiyeli nedir?

 

 

Julia: Teknoloji,  dünyayla iletişim kurmamıza her geçen gün daha çok vesile oldukça ve yaşamımızda teknolojik cihazlara daha fazla duygusal anlamlar yükledikçe, bu ilişkiyi nasıl queerleştireceğimiz konusu da giderek daha da önemli hale geliyor bence. Yüksek lisanstaki ilk araştırmam, aslında akıllı telefonlarımızla kurduğumuz ilişkiye, teknolojinin oynadığı duygusal ve cinsiyetçi role ve aşırı yapılandırılmış bu ilişkilerin doğasına odaklanıyordu. 1996'dan beri Montreal topluluk radyosunda haftalık olarak yayınlanan ve feminist dijital sanatçı çalışma merkezi Ada X tarafından gerçekleştirilen feminizm ve teknoloji konulu radyo programına 2015 yılından bu yana düzenli olarak katkıda bulunuyorum. Cinsiyet, teknoloji veya siberfeminizm hakkındaki tartışmalar yıllar içinde epey değiştiği aşikâr. Zaten program arşivine bakınca da hissediliyor bu. Son zamanlarda teknolojiye, ilişkisellik, kimlik ve yanlış kullanım meseleleri temelinde ilgi duyuyorum. Misal, geçenlerde Legacy Russel’in Glitch Feminism manifestosunu okudum ve “arıza (glitch)”nın queer potansiyeli beni gerçekten etkiledi.

 

 

 

 

 

 

Bir hata oluştu. Lütfen sonra deneyiniz.
E-posta bültenine başarı ile kayıt oldunuz.