Ankara Queer Sanat Programı

Kenti beden ile dinlemek: Banu Çiçek Tülü ile söyleşi

03/05/2021

Kenti beden ile dinlemek: Banu Çiçek Tülü ile söyleşi

Metehan Özcan 

 

 

Banu Çiçek Tülü, Sonic Awareness 

 

 

Banu: Kentteki gündelik yaşamda insanlar duyularının kılavuzluğunda yaşıyor. Ama işitme ve dinleme yeteneklerimiz mimaride ve kent tasarımındaki görsel yaklaşımın gölgesinde kalıyor. Ses, kullanıcıların kendi çevrelerini anlamalarına yardımcı olan en önemli öğelerin başında geliyor oysa. Akustik ortam ne arka plandaki ses veya belli bir ses manzarasıdır ne de trafiğin ve gündelik işlerin yarattığı gürültü kirliliğiyle ilgisi vardır. Asıl mesele, daha ziyade, işitsel deneyimleri anlamak, dinleyerek ve işiterek kent mekânındaki ses bölgelerini keşfetmektir.

 

Banu: İsmim Banu Çiçek Tülü, sanatçıyım. Başlatıcısı olduğum, queer, aktivist, editoryal, akademik ve ayrıca DJ'likteki yöntemlerden yararlandığım çeşitli sanatsal projelerle, fikirlerimi ve araştırmalarımı disiplinler ötesi bir praksis içinden geliştiriyorum.

 

Mete: Merhaba Banu, şehir planlama okumuş ve kentsel tasarım alanında çalışan biri olarak sesle nasıl ilişki kuruyorsun?

 

Banu: Sanat pratiğimi, öğrendiğim, anladığım, beceremediğim, sevdiğim, başka insanlarla ve insan olmayanlarla paylaştığım her şeyle birlikte dönüşen, hiç bitmeyen bir canlı performansa dayalı bir pratik olarak görüyorum. Ses yürüyüşleri, atölyeler ve etkileşimli ses sanatı yerleştirmeleri gibi farklı biçimler alan performanslarımın sahnesi kent mekânıdır. Çoğu zaman, kent mekânındaki algı ve seslerle çalışıyorum.

 

Mete: Pauline Oliveros’un işitmek ile dinlemek arasında yaptığı ayrım, kişinin o an nerede ve kim olduğuyla da ilişkili belki. Sesin senin pratiğinde tam olarak nasıl bir yeri var? Hangi gruplara odaklanıyorsun ve neden?

 

Banu: Paulina Oliveros şu soruyu soruyor: “Dinliyor musun?”[1] Evet, dinliyorum ya da duyuyorum. Herhangi bir engelim olmadığı için, kent mekânında sesleri ve görüntüleri kendime kılavuz alabiliyorum. Queer teori, eleştirel teori ve kesişimsellik yaklaşımları sayesinde, kent mekânını ve mimariyi iktidarın ve toplumun ezilenlerinin temsilleri olarak kullanmaya başladım. Sanatsal projelerimde örnek olay olarak kent mekânını seçmemin arkasında yatan da bu. Yaşadığımız toplumsal ve mekânsal bağlam içinde kentsel dokuyu mütemadiyen şekillendiren varlıklar olduğumuz için, toplumu ve kent mekânını araştırırken hafızayı ve arşivleri asla es geçmemeliyiz. Ben de bilhassa ses hafızasıyla, bireylerin ve toplulukların ses arşivleriyle ilgileniyorum.

 

 

 

Banu Çiçek Tülü, Blocking the Sound*

 

 

Mete: The xenofeminist manifesto,[2] kamusal alanda herkesin işittiği ve farkında olmadan biriktirdiği bu sesleri haritalandırmak için bir rehber olabilir mi? Ya da Feminist ve Queer teori, heteronormatif kent mekânlarının dışında başka alanlar yaratmak için nasıl bir araç olabilir? Sen pratiğinde buna dair nasıl bir yaklaşım izliyorsun?

 

Banu: Pratiği temel aldığım sanatsal yaklaşımımın iki katmanından bahsedebilirim. Birincisi, sesin politik bir olanak olduğuna inanıyorum. Ses hem politiktir hem de tahrik edicidir. Bir ses yapıtı üretmek, yaratmak ve tasarlamak, algıyı ve duyuyu işin içine katarken politik bağlamı anlamaya da katkıda bulunur. Kolektif tahayyülü besler, işitsel haritalar ve anılar yaratır. Yapıtlarımda, bunların gelişimlerinin arkasında yatan sosyo-politik durumları da esas alıyorum. Bu yapıtlar aracılığıyla, kent mekânına dair sorunlarını anlayabilmek için kadınlar ve LGBTQI+’ların yanı sıra azınlıklarla birlikte ve onlar için sohbetler gerçekleştiriyorum. İkincisi, işitmek ve dinlemek tamamen farklı iki mefhumdur. İşte bu iki mefhumun ortaya koyduğu sorular üzerinde çalışarak, bizde farkındalık yaratacak, farklı bakış açılarını anlamamızı sağlayacak, politik tahayyülümüzü zenginleştirecek kadar büyük bir etkisi olabilecek (Pauline Oliveros’a atıfla) “ilgi ve dikkatle dinleme”yi öğrenebiliriz. Nitekim ses yürüyüşleri bizi sesin politikası üzerine düşünmeye teşvik eder. Bir bütün olarak bakınca, gerek son zamanlardaki gerekse gelecekteki projelerimin odağında, ses aracılığıyla ve kent alanında güvenli mekânlar yaratarak kadınların ve LGBTQI+’ların güçlendirilmesi yatıyor.

 

Banu: Toplumun kenarlarında ortaya çıkan queer mekânlar kent alanlarının heteronormatifliği altında ezilen kadınlara ve LGBTIQA+’lara güvenli bir sığınak sunuyor. Kent teorisi ve şehir planlamaya karşı 1970’lerde geliştirilen feminist eleştiri, şehir planlamacıların ağırlıklı olarak erkeklerin ve heteronormatif ailenin ihtiyaçlarını dikkate alarak nasıl da cinsiyetlendirilmiş ortamlar yarattıklarını ortaya koydu. Toplumsal cinsiyet ve kent mekânı, 80’li yıllarda disiplinlerarası incelemelerin bir konusu haline geldi. Bu alanda feministlerin öncülük ettiği ilk çalışmalar, insan(erkek) eliyle inşa edilmiş çevrelerin hangi bakımlardan toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri yaratan ataerkil bir toplumun maddi tezahürleri olduğunu gözler önüne serer. Dolayısıyla, kent mekânının azınlıklar açısından, açıkça ele alınması gereken devasa bir sorun oluşturduğu ortadadır.

 

 

 

Banu Çiçek Tülü - Sonic Body Map**, Multi-Channel Sound Installation (4 min. Loop), 2020

 

 

Mete: Üniversiteler, kent atölyeleri gibi çeşitli platformlarda ortak çalışmalar yürütüyorsun. Değişik gruplarla bir araya gelerek, yaşadığın kentteki belirli yerlerin haritalarının üzerine sesleri birlikte işleme sürecinin nasıl sonuçları oldu?

 

Banu: Kendi sanat yöntemimde anaakım kent tasarımı süreci ve sanat pratiğinden ayrılarak, araştırmaya ve pratiğe dayalı sanatı kent mekânına aktarıyorum. Bununla beraber, projelerimde kent mekânında (işitilen, hayal edilen, dinlenen) seslere başvuran bir sanat pratiği benimsiyorum. Kevin Lynch’in The Image of the City[3] adlı çalışmasına bir katman daha eklediğimi zannediyorum. Lynch'in dediği gibi, hepimizin zihninde şu beş unsurdan oluşan görsel haritalar var: Yollar, Kenarlar, Bölgeler, Düğümler ve Yer işaretleri. Ben bunun yanında, işitsel hafızamızın oluşturduğu bir ses haritamız olduğunu ileri sürüyorum. İşittiğimiz ve dinlediğimiz ilk günden beri, bu haritayı çizmeye hep devam ediyoruz. Dinleme doğal bir şekilde gerçekleşir. Aslında hepimiz her an dinliyoruz, ama dinleme genellikle görsel dünyanın bir destekçisi haline geliyor. Etrafımızdaki seslere alıştıkça sonunda hiçbir sese dikkat kesilmez oluyoruz. Bense yapıtlarımda ilgi ve dikkatle dinleme fikrini geri getirmek ya da yeniden kazandırmak istiyorum.

 

Banu: Dilerseniz bunu kendi başınıza da deneyebilirsiniz, yavaşça yürüyün mesela, yürürken etrafınızdaki tek bir ses unsuruna odaklanın. Nasıl bir bölgede olduğunuzu anlamanıza yardımcı olabilecek trafik sesleri olabilir bunlar; gürültülüyse burası merkezde bir yerdir, sessizse de kentin çeperindedir muhtemelen. Bu sesler orada yaşayan insanların çalışma saatleri hakkında da fikir verebilir. İşi gidiş geliş saatlerinde trafik sıkışıklığı ses olarak da daha belirgindir.

 

Banu: Kent mekânlarındaki akustik değişiklikler mekânsal düzenlenişe sıkı sıkıya bağlıdır. Bir köprüden geçerken veya bir avluya girerken fark edilebilir bu değişiklikler. Yürüdüğümüz kaldırımda bir değişiklik olduğunda bunu ayaklarımızdan, bedenimiz üzerinde bir etki olarak hissederiz, bu bilgi sonra dinlemeyle birleşir. Kente özgü bu durumu aklımda tutarak, yapıtlarımda cinsiyetçi olmayan kent mekânlarını nasıl yaratabileceğimizi, ses, radikal dinleme ve ses arşivlerinin bu yaratım sürecine nasıl katkıda bulunabileceğini araştırıyorum. Kentlerde, LGBTQI+’ların ve kadınların şehir planlamacılığındaki tepeden inme ve heteronormatif karar alma süreçleriyle nasıl boğuştuğunu biliyoruz. Araştırma sorularımı daha görünür kılmak için, insanın en önemli duyularından biriyle çalışıyorum: İşitme ve adım adım dinleme.

 

 

 

*“Blocking the sound”(Sesi Engellemek), sokak tacizine/sözlü tacize (sanatçının deyişiyle “sesin şiddeti”ne) karşı ses aracılığıyla farkındalık yaratmayı hedefleyen atölyeler dizisidir. Kaldırımda yürüyebilmeyi ayrıcalıklı bir eylem olarak gören atölye, tam da bu nedenle katılımcıların belirlenen konu üzerine düşünecekleri bir ses yürüyüşü ile başlıyor. Akustik şiddetten korunmanın yaygın bir yolu kulaklık kullanmaktır. Bu atölye kapsamında da katılımcılardan geri dönüşüm malzemeleri kullanarak farklı kulaklıklar tasarlamaları isteniyor. Münih Tasarım Müzesi’nde ve CRISAP Londra tarafından Tokyo’da düzenlenen Ses, Feminizm, Aktivizm etkinliğinde gerçekleştirilen Blocking the Sound atölyesi, aynı zamanda Berlin, Barselona ve İstanbul’un farklı noktalarında da düzenlenmiştir.

Fotoğraf: Elif Simge Fettahoglu

 

 

**Banu Çiçek Tülü’nün “Sonic Body Map” (Sesli Beden Haritası) isimli ses enstalasyonu, kaldırımları ve ayrıcalıklı bir eylem olarak yürümeyi ele alıyor. Birçok insan için şehirde yürümek günlük sıradan bir etkinlik iken, kadınlar, LGBTIQ+’lar, göçmenler, renklitenliler ve engelli insanlar için zorlu, uğraş gerektiren, tekinsiz, tehditkâr, hatta kamusal alana çıkıp dolaşamayacak denli tehlikeli olabilir. Bu kesimler, etraftakilerin münasebetsiz yorumlarına, çaldıkları korna seslerine, jestlerine, ıslıklarına, laf atmalarına maruz kalıp, sıklıkla sesli ve sözlü tacizle karşılaşırlar. Sonic Body Map, Berlin’in sokaklarında farklı günlerde ve zamanlarda dolaşırken deneyimlediği karşılaşmalar ve maruz kaldığı tacizler esnasında sanatçının adımlarını, kalp atışlarını ve nefesini ölçen kayıtları bir araya getiriyor. Böylece Sonic Body Map, sese dayalı bir hafıza oluşturup, şehrin kişiye özgü akustik bir haritasını çıkarıyor.

 

 ----------

[1] Bu soru, deneysel elektronik müziğin gelişimindeki en önemli kadın figürlerden biri olan Amerikalı besteci Pauline Oliveros'un sorusudur. Oliveros, radikal bir ilgi ve dikkat pratiğine işaret etmek için “Derin Dinleme” terimini ortaya attı. Oliveros’un pratiğinde dinleme, doğası gereği empatiye dayalı bir bedensel edimdir.

[2] Laboria Cuboniks. The xenofeminist manifesto: a politics for alienation. Brooklyn: Verso, 2018.

[3] Kevin Lynch. The Image of the City. MIT Press. 1960 [Kent İmgesi. Çev. İrem Başaran. İş Bankası Yayınları. 2015].

Bir hata oluştu. Lütfen sonra deneyiniz.
E-posta bültenine başarı ile kayıt oldunuz.