Ankara Queer Sanat Programı

"Sen de okyanus tabanının yaptığı gibi yap": Erin Johnson ile söyleşi

10/06/2021

"Sen de okyanus tabanının yaptığı gibi yap": Erin Johnson ile söyleşi

Kevser Güler

 

Aşağıdaki satırları, Erin Johnson ile Kevser Güler, 2021’in Şubat ile Mayıs ayları arasındaki yazışmaları ve çevrimiçi görüşmelerinden derlediler. Pandeminin dönüştürdüğü zaman deneyimleriyle iletişimleri sık sık kesintiye uğradı. Günler sonra geri döndükleri yazışmalarda ve görüşmelerde bir tür istikrarsızlık ve kesiklik duygusu hâkim oldu. Bunların üstüne dijital medyanın azizlikleri eklendi. Gerek New York’taki durum ile İstanbul’daki durum, gerekse ikisinin bireysel yaşamları arasındaki tüm farklılıklar yanında, bu yazışmalar ve görüşmeler birlikte ayakta kalmanın, sanatsal üretimi devam ettirmenin, sanatçıların ve sanat topluluklarının gündelik yaşamlarını sürdürmesinin çeşitli biçimlerini düşünmeye dair ortak bir ilgiyle ilerledi.

 

 

Erin Johnson, Lake (2020)

 

 

Kevser Güler: Ankara Queer Sanat Programı Konuk Sanatçı Evi’ne sunduğunuz proje önerisi, üç genç queer kadın sanatçının koronavirüs pandemisi sırasında dünyanın dört bir yanındaki başka sanatçılar ve ortaklarıyla geliştirdikleri ilişkileri konu alan bir senaryo yazımı projesiydi. Başvurunuzu yaptığınızda pandeminin henüz ilk haftalarıydı, o günden bugüne bu projede nasıl değişikler oldu?

 

Erin Johnson: Başkalarıyla çekim yapmak zora girince, Maine’de üç haftadan fazla kaldığım modernist tarzda bir evde kendimi çekmeye karar verdim.

 

Tanınmış bilim yazarı Rachel Carson okyanusu “birleştirici dokunuşu”yla uzak kıyıları birbirine bağlayan, “ne sonu ne de nihai ve sabit bir gerçekliği olan” bir uzam olarak tanımlıyor. Ben de, tıpkı Carson’ın denizi gibi, belirsizliklerle dolu iki apayrı konuyu, iki kadın tarafından tasarlanan ve inşa edilen modernist bir ev ile 2030 yılına kadar tüm deniz tabanını haritalama girişimini birleştirecek olan yeni bir video enstalasyonu üzerinde çalışıyorum. Arşivlerdeki ve bilimsel araştırmalardaki boşlukları araştıran bu video tanımlanamazlık, silinebilirlik ve queer esneklik meselelerine odaklanacak.

 

Bugün Rachel Carson Doğal Yaşamı Koruma Alanı olarak bildiğimiz yerin yanı başında yer alan bu ev, 1960’ların sonlarında, ayrı yaşıyormuş gibi görünmek isteyen lezbiyen bir çift olduklarını düşündüğüm ressam Beverly Hallam ile sanat koleksiyoncusu Mary Leigh-Smart tarafından tasarlandı. Kıvrımlı ve loş koridorlarla birbirine bağladıkları iki daire inşa ettiler. Film için, kendimi bu koridorlardan geçip eve doğru varırken çektim.

 

2021 yılındayız ve bazı gezegenlerin topografyasını dünyanın sularının altındaki yüzeyinden daha iyi biliyoruz. Radarlı, lazerli ve sensörlü görüntüleme araçlarının yetersizliği yüzünden, Dünya Okyanus tabanının yüzde sekseninden fazlası henüz haritalanmış bile değil. Bugün, okyanusun karadaki yaşamı nasıl etkilediğini (özellikle de iklim değişikliğindeki rolünü) ve derinliklerde neler olup bittiğini daha iyi anlamak için 2030 yılına kadar deniz tabanını tümüyle haritalandırmak konusunda küresel bir seferberlik yürütülüyor. Bense en çok, deniz tabanının nasıl yayıldığını, okyanus tabanının kendini sürekli nasıl yarattığını ve imha ettiğini merak ediyorum.

 

Bütünlüğü bozup bozup parçalarından tekrar yaratan bu sürecin döngüselliğini, videoda başkalarının ardında bıraktığı parçalarda kendimizi bulma halimizi incelemek için bir mercek olarak kullanıyorum. Video, ev ve deniz tabanı hakkındaki şeyleri iç içe geçiren anlatıcı aracılığıyla, okyanus ekolojisine dair queer anlatıları ve görünmez olanı görünür kılma çabasını araştıracak.

 

Çekimleri tamamlanan ve şu an post-prodüksiyon aşamasında olan bu yeni filmim, son dönemlerdeki araştırmalarıma ve projelerime dayanıyor. Örneğin, I might not be here when you come videosunda, bitkiler âleminin akışkan normlarına bile meydan okurcasına, cinsiyet ifadesini ne öngörmenin ne de sabitlemenin mümkün olduğu Avustralya’ya özgü çalı domatesi Solanum plastisexum’dan yola çıkmıştım. Solanum’u araştıran botanikçiler ekibini araştırmalarını anlatırken çektim ve bu çekimleri Amerika Birleşik Devletleri’nde yetiştirilen Avustralya bitkilerinin görüntüleriyle birleştirdim. Salidas y Entradas Exits and Entrances’da ise, yaşlılar Teksas El Paso’daki devlete bağlı huzur evlerini askerileştirilmiş olan ABD-Meksika sınırının dinamiklerini, görülme arzusunu temsil edebildikleri ve toplumsal cinsiyeti bir performans olarak sergileyebildikleri bir sahne olarak kullanıyorlardı. Bir nükleer silah kompleksinde yaşayan hayvanlar üzerinde radyoaktif atıkların etkilerini inceleyen, Enerji Bakanlığı’ndan bir biyologu takip ettiğim Heavy Water, nükleer silahların belirsiz geleceği ile tesiste yaşayan vahşi bir köpek türünün belirsiz geçmişini bir araya getiriyordu. Çok kanallı Lake ve Tomatoes videolarında da, bir grup arkadaş, akran ve sevgili, bir tarlada domates yemek ve gölde yüzmek gibi queer ve arzu yüklü kolektif değiş tokuşlarda bulunuyordu.

 

 

Erin Johnson, Exists and Entrances (2018), Installation views from Both Players Move, SPACE Gallery, Portland, ME, 2020, 25:57 multi-channel video

 

 

KG: Mekâna özgü işlerinizi keşfetmek benim için büyük bir keyif oldu. Günümüzün pandemi koşullarının videolarınızı tasarlama ve gösterme biçimlerinizi nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?

 

EJ: Pandemi sırasında Times Square’deki Midnight Moment’te bir çalışmamı sergiledim. Durgun bir suyu kuş bakışından gördüğümüz Lake’de, bir grup sanatçıyı video karesine usul usul girip çıkarken ya da yüzeyde kalmaya çalışırken izliyoruz. Yüzücüler iyice açılıp uzakta birbirlerine yaklaştıkça, el ele tutuşurlarken, yanındakilerin üstünden ya da altından süzülürken, birbirlerine yer açarken, plansızca ve hassasiyetle itina gösterirken, bir bütünün bireysel parçaları misali birleşirken, sanatçının kendi deyimiyle, “queer ve arzu yüklü kolektif değiş tokuşlara” varıyorlar. Bu video, birliktelik mefhumu ve feminist teorisyen Silvia Federici’nin “kapitalizmin kopardığı doğayla, başkalarıyla ve kendi bedenlerimizle olan ilişkilerimizi yeniden kurma” çağrısı üzerine düşünüyor. İnsan gruplarının, bu video özelinde ise sanatçıların, birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde yaşadıklarıyla -ve birbirlerini nasıl destekledikleriyle- ilgilenmeye başlamıştım. Videodaki jestler ve hareketler, bu tür bir kolektiflik içindeki kişilerarası ve grup dinamiklerini yansıtıyordu: Hem yakın durup hem birbirlerine yer açmak için uğraşırken, kareden çıkmamaya çalışırken, suya batanları yukarı çekerken her biri diğerlerinin de hareketlerini etkiliyordu. Ama COVID-19 pandemisiyle birlikte bu video yeni anlamlar da kazandı: zamanın askıya alınması, uzamda sürüklenme hissi, yakınlığın ve yan yanalığın önemi gibi.

 

 

Erin Johnson, Heavy Water (2018), Installation view of Heavy Water, Telfair Museums, Savannah, GA, 2018, 15:36, multi-channel video

 

KG: Videolarınızda belgesel, deneysel ve anlatıya dayalı filmlerde kullanılan çekim araçlarını kullanarak, insanların nasıl bir araya geldiğine, nasıl bir arada durduğuna, bir şeyleri aynı anda hep birlikte nasıl yaptıklarına bakıyorsunuz. Bu izleği bütün bir pratiğinizde takip edebiliyoruz. Video enstalasyonlarınızda, insanlar arası karşılaşmalara, yaşadıkları mekâna, birbirine eşlik eden insan dışındaki hayvanlar, bitkiler ve materyallere dair ufak detaylar, etkileşimlerin etiği ve siyasetine dair sorular uyandırıyor. Sizin de işaret ettiğiniz Lake bu bakımdan öyle çok katman barındırıyor ki – bir gölün içinde hareketsiz, öylece kalmaya ve birbirlerine yakın durmaya çalışırlarken en yakınındakiyle beden mesafesini itinayla ayarlamaya çalışan insanlar. Bu çalışma nasıl başladı? Küresel salgın günlerinde bu videonun kapsamının ötesine uzandığına inanıyorum …

 

EJ: Bu videoyu, inanılmaz sanatçılarla birlikte dokuz hafta geçirdiğim Skowhegan Heykel ve Resim Okulu’nda konuk sanatçı olarak bulunduğum sırada yaptım. Birlikte geçirdiğimiz zamanın sonuna geldiğimizde, bu sanatçı grubunu güvencesizlik ve destek temalarını düşündürten bir mizansen içinde filme çekmek istedim. Birçok arkadaşım ve meslektaşım, göle girip birlikte yüzmeye çalışmayı samimiyetle kabul etti. Videonun, kısa bir süre önce, dünyanın en büyük, en uzun soluklu dijital sanat sergi alanı olan Times Square’deki Midnight Moment’ta, her gece 23.57’den gece yarısına kadar bütün elektronik billboardlarda aynı anda gösterildi. Bahar ekinoksu ve havaların ısınacak olması nedeniyle ve pek yakında güvenli bir şekilde bir araya gelmek için daha çok fırsatımız olacağı düşüncesiyle Mart ayının iyi bir zaman olduğuna karar verdik.

 

 

 

Erin Johnson, Exists and Entrances (2018), Installation views from Both Players Move, SPACE Gallery, Portland, ME, 2020, 25:57, multi-channel video

 

 

KG: İlk videolarınızdan biri olan The way things can happen, kolektif bir deneyimi üretmek ya da böyle bir deneyime dahil olmak için başvurduğunuz apaçık biçimleri ve yaklaşımları daha o zamandan haber veriyor. İnsanların 1983 tarihli The Day After filminin çekim sürecini farklı, öznel, hatta bazen biraz çelişkili bir şekilde anlattıkları The way things can happen, kent sakinlerinin 34 yıl önce gerçekleşen bu olaya dair anlatımları yoluyla kentin temsilini karmaşık hale getiriyor, görüntülerin akışkanlığını ve zamansallığını bir bakıma çözüp serbest bırakıyor. Sizi bu projeye yönelten ne olmuştu? Gerçek çekimlere başlamadan önce, yapmak istediğiniz şeyler nelerdi?

 

EJ: Önce, Kansas Üniversitesi’ndeki LGBTQ arşivlerine bakmak için Kansas’a gitmiştim. Bölgede büyük bir nükleer karşıtı hareket vardı ve hareketi örgütleyenlerin çoğu aynı zamanda queer hakları için çalışmalar yürütüyordu. Bu çakışma beni çok heyecanlandırdı, yine de bu projeyle nereye varmak istediğimi tam bilmiyordum. Lawrence Tarih Merkezi’nin müdürüyle görüşmeye gittim. Kasabanın bir film setine dönüştürülmüş halinin fotoğraflarını görünce, kurgu olan bir şeyin görüntülerinin nasıl gerçeğe dönüştürülebildiği, nasıl arşivlere alınabildiği üzerine düşünmeye başladım. Müdür beni filmde figüran olarak rol almış bir grup insanla tanıştırdı. Bu insanlarla, bir filmin farklı olasılıkları sınamanın, gelecekte farklı nasıl sonuçların nasıl ortaya çıkabileceğini sınayarak görmenin bir yolu olabileceği üstüne konuştuk.

 

 

 

Erin Johnson, Tomatoes (2020), Installation view from Unnamed for Decades, Center for Maine Contemporary Art, 2020, 4:26, multi-channel video

 

KG: Tomatoes isimli videonuz da, son derece incelikli bir biçimde, hatta neredeyse düşünsel bir yoldan birlikte hayatta kalmaya dair queer stratejileri izlemeye, tahayyül etmeye davet ediyor … tüm o neşesiyle ve güçlendirici kırılgan destek yapılarıyla, yani yemek yerken, dokunurken, keşfederken, dayanışırken, öpüşürken, örgütlerken, oyun oynarken, severken… Hep birlikte. Dayanışmada, dostluklarda, aşkta… bu yapıtınızın arkasında nasıl bir hikâye yatıyor?

 

EJ: Bu videoyu da Skowhegan’da, projenin yaratıcı yönetmeni ressam MaríaFragoso ile birlikte yaptım. O yaz, zamanımı daha önce hiç yapmadığım kadar tablolara bakarak geçirdim, bolluk içinde geçen şenlik imgelerini, bu bolluğu birlikte paylaşan beden imgelerinin baskılarını yapmaya başladım. María da bir dizi tarihi tabloyu bir araya getirdi, bu tabloları da videoya katılan sanatçıların performatif jestlerine ilham olsunlar diye kullandık.

 

KG: Video enstalasyonlarınızdaki monokrom öğelerin videoyu uzama doğru incelikle genişlettiğini düşünüyorum. Bu kararınızda bir ressamın jestini görür gibi oluyorum. Bunu yorumlamak ister misiniz? Video yerleştirmelerinizdeki mekânsal kararları?

 

EJ: Projelerimin gerçekten de en iyi enstalasyon formunda tecrübe edilebileceğini düşünüyorum. Genellikle çok kanallı videolar üretiyorum, çevrimiçi kadar kolay işlemeyen bir form bu. Çok kanallı videoyu, ilgilendiğim her şeyin çelişkili doğasını ya da en azından, çelişkili olmasalar bile bu şeylere yaklaşmanın farklı yollarını teyit etmenin formel bir yolu olarak görüyorum.

 

KG: Sanat pratiğinizde, doğanın queerliğini ele alan yapıtları çokça görüyoruz. İkiliklere direnen bir doğa fikri açısından, pandeminin pratiğinizi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

 

EJ: Geçen yaz bir arkadaşımın sergi kataloğu için yazdığım metinde şu söylediklerimi, üzerinde çalıştığım bu yeni videoyla ilişkili bir şekilde düşünüyorum:

 

Dün konuştuğum bir okyanus bilimcisinden deniz tabanının yüzde sekseninden daha fazlasının henüz haritalanmamış olduğunu öğrendim. İnsanlar için hâlâ bir bilinmeyen olmasının da ötesinde, deniz tabanı sürekli bir kendini yaratma ve yok etme süreci içindedir. Tektonik plakalar sınırları boyunca birbirlerinden kopup yavaş yavaş uzaklaşıyor. Fokur fokur kaynayan sıcak magma çatlaklara dolduktan sonra deniz suyunun etkisiyle soğuyup kayaya dönüşüyor. Kaya yerkabuğunun yeni bir parçası haline geliyor. Ve sonra, deniz tabanı yayılması denilen bu süreç bir kez daha başa sarıyor.

 

Okyanus bilimci bana bütün bunları anlatırken, Maria Tinaut’u ve evinin arkasındaki arazide bulduğu kırık seramikleri, seramiklerin üzerinde bir zamanlar bütün olarak duran, şimdi ise taç yaprakları dört bir yana dağılmış olan mavi çiçekleri düşündüm. Tinaut bu seramikleri alıp stüdyosuna getirmiş, kıvrımlı, belli belirsiz çizgileri takip ederek birleşme yerlerini saptadıktan sonra bu ayrı ayrı parçaları buna göre tekrar birleştirmeye çalışmıştı. “İyi bir insan olmak, dünyaya karşı bir tür açıklığa sahip olmaktır, kendi kontrolünüzde olmayan sizi paramparça edebilecek belirsiz şeylere güvenme yeteneğidir,”[1] diyor filozof Martha Nussbaum. İyi ama Nussbaum’un tarif ettiği türden bir parçalanmanın ardından neler olur? Tinaut’un, birkaç düzine seramik parçasını birbiriyle neredeyse uyumlu olacak şekilde gri bir dolgu maddesiyle birleştirdiği Blue 1 adlı yapıtının bu soruya tek bir cevabı vardır: sen de okyanus tabanının yaptığı gibi yap.

 

 

Erin Johnson, Heavy Water (2018), Installation view of Heavy Water, Telfair Museums, Savannah, GA, 2018, 15:36, multi-channel video

 

KG: Yapıtlarınızın bilgi yapılarını ve bireysel yaşamlar ile sosyopolitik koşullar arasında ortaya çıkan bir alanda bu bilgi yapılarının nasıl değişebileceğini konu edindiğini düşünüyorum. Bilgi sorunsuz değildir, hele de günümüzün bilgi kapitalizminde. Pratiğinizin benim en güçlü bulduğum yanlarından biri de, bilgiyi inşa etmenin çok çeşitli biçimlerinden karmaşık yapılar oluşturma tarzınız - mektupları, hikâyeleri, diyalogları, anıları, şemaları, arşivleri ve kurgusal anlatıları bir araya getirerek, farklı bilme biçimlerinin ortaya çıktığı ya da yok olduğu, bilginin kendini anlaşılır kıldığı ya da güç ve topluluklarla ilişkisinde yitip gittiği yeri ve zamanı düşünmeye ve tecrübe etmeye davet ediyorsunuz. Ve sezdiğim kadarıyla bu tarzınız, bugünün bilgi üretim biçimlerini queerleştirmeye dönük eleştirel bir yöntem gibi işliyor. Siz de bu düşüncelerime katılır mısınız?

 

EJ: Kesinlikle katılıyorum. Bir sonraki buluşmamızda sizinle yalnızca bu konu üzerine uzun uzun konuşmayı çok isterim!

 

KG: Bizi bir araya getiren sebepten de bahsedecek olursak, Ankara Queer Sanat Programı Konuk Sanatçı Evi için başvurmaya nasıl karar verdiniz? Daha önce Türkiye’de hiç bulundunuz mu, Ankara’daki ya da genel olarak Türkiye’deki queer sanat çalışmalarından haberdar mısınız? Başvururken beklentileriniz nelerdi? Ve artık zorunlu olarak çevrimiçi gerçekleştirilen Konuk Sanatçı Evi’nin bu yeni formatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

EJ: Türkiye’ye hiç gelmedim fakat umarım yakın zamanda geleceğim. Haziran 2021’den itibaren Jan van Eyck Academie’de olacağım, Hollanda’da kalırken bir ara Türkiye’ye de gelip kalabilirsem harika olacak. Konuk Sanatçı Evi programına gelip bilfiil katılamadığım için üzülüyorum, ama gelmek için hâlâ umudum var!

 

[1] https://www.newyorker.com/magazine/2016/07/25/martha-nussbaums-moral-philosophies

Bir hata oluştu. Lütfen sonra deneyiniz.
E-posta bültenine başarı ile kayıt oldunuz.