Ankara Queer Sanat Programı

"Sanatı bedensel bir deneyime dönüştüren ve algılatan her şey, frekans ve ritim ile ilgilidir": Vera Hofmann ile Söyleşi

07/05/2021

 

"Sanatı bedensel bir deneyime dönüştüren ve algılatan her şey, frekans ve ritim ile ilgilidir": Vera Hofmann ile Söyleşi

Can Akgümüş

 

  

12 Moons site-specific installation, films/videos, Schwules Museum, Berlin, DE, 2018-2019

 

 

Can Akgümüş: Öncelikle tüm sınırları ortadan kaldırarak bizi bir araya getiren Ankara Queer Sanat Programını tasarlayan ve hayata geçiren herkese teşekkür ederek başlamak istiyorum. Bu üretken sohbeti yapmak üzere bizi birleştiren birkaç kesişim noktası var. Bunlardan ilki sanatçı olmak. Bir diğeri ise bir sanat kurumunda yönetici düzeyinde çalışmak ve o kurumun küratöryal üretim sürecinde etkin olarak yer almak. Benim de üzerine epeyce kafa yorduğum, zengin ancak bir o kadar da yorucu süreçler bunlar. Tüm bu süreçleri düşünerek hepsinin bir arada nasıl işlediğiyle başlamak isterim sohbetimize. Sanırım bunun bir takım avantajları olduğu gibi dezavantajları da var.

 

 Vera Hofmann: Çalışmalarıma vakit ayırdığınız ve beni bu programa dahil ettiğiniz için teşekkür ederim.

 

Can: Sanatçı olarak üretim sürecinize baktığımda, çalışmalarınızda çıkış noktanızın ve beslendiğiniz kavramların çoğunlukla kimlik meselesiyle, bir yanda toplumda ayrıcalıklı olma öte yanda ise bu ayrıcalıklardan mahrum olma durumuyla ilintili olduğunu görüyorum.

 

Vera: Çalışmalarımla ilgili ilginç bir bakış açısı bu. Gerçekten de çalışmalarımın belirli alanlarında kimlik inşası/inşaları, bireyselliğin ardında yatan kavramlar ve grup aidiyeti gibi meseleler ile boğuşuyorum. Kişinin kendi konumlandığı yeri anlaması çok önemli, üstelik bunu anlamak sahip olunan ve olunmayan ayrıcalıkları da anlamayı içeriyor. Yine de çalışmalarıma doğrudan bu analiz kategorisini kullanarak başlamıyorum. Gerçi genelde ayrıcalığın sebepleri ve kesişim noktaları olarak görülebilecek güç ve güç dinamiklerinin karmaşıklığını incelemeye ilgi duysam da kişisel ve kolektif güçlenme ve toplumsal adalet için kişisel ve kolektif etkiler, duygular ve durumlara özgü faillikler üzerine de düşünülebilir.

 

 

Can: Günümüz dünyasında ayrıcalıklı olmayı nasıl tanımlarsınız?

 

 

Vera: Sahip olunan ayrıcalığı kamu yararına kullanma, gücü paylaşma ve hesap verebilme sorumluluğu ile o ayrıcalığın bir arada var olması gerektiği konusunda sanırım hepimiz hemfikir olabiliriz. Ayrıcalıkla ilgili en önemli sorun, ayrıcalığın yasaların üstünde olabilmesi. Ayrımcılıkla mücadele adına yasalar oluşturulabilir, ancak yasama, yürütme ve yargı organlarını elinde bulunduranlar ayrıcalıklı kesimden geliyorsa, sahip oldukları ayrıcalıklar dokunulmaz kılınmışsa, üstelik bir de görmezden gelen, tepeden bakan, doymak bilmez veya travmatik bir konumda davranmayı sürdürebiliyorlarsa, bu yasalar hiçbir işe yaramaz.

 

 

Can: “Ayrıcalıklı olmanın dezavantajları” gibi belirli bir başlık oluştursak bu başlığın altına hangi maddeleri koyardınız?

 

 

Vera: “Ayrıcalıklardan mahrum olma” ve “ayrıcalıklı olmanın dezavantajları” hakkında ne düşünüyorsunuz emin değilim. Belki bunu biraz daha açarsınız. Ayrıcalık sahibi olmakla ilgili sorun, kasıtlı olarak suiistimal edilen ya da kolayca farkına varılmayan veya kabullenilmeyen bir durum oluşudur. Ayrıca bu durum dile getirildiğinde savunmaya yönelik tepkiler çok sert olabilir. Ayrıcalık, bir duruma ilişkin saptırılmış bir görüşe, neye ihtiyaç olduğuna dair farklı bir algı ve empati eksikliğine neden olabilir. Bu yüzden üzerine düşünülmemiş ham bir ayrıcalık konumundan yapılan aktivizm veya "dünya için iyi olanı istemek", esas ayrıcalığı istikrarlaştırabilecek eziyet verici yolları mümkün kılmasından dolayı zavallı bir şekilde gerçekleştirilebilir. Yüzeysel olarak bakıldığında ayrıcalıklı olmak ayrıcalığa sahip olanlara herhangi bir dezavantaj yaratmıyor. Ancak her bölünmenin iki taraf için de sonuçları vardır. Kesişimsellik açısından baktığımızda, ihtiyaç duyduğumuz nüansları daha çok görüyoruz. Ayrıcalık harika bir analitik araçtır, ancak bu tür araçlara erişimin de bir ayrıcalık olduğunu unutmamalıyız. Her birimizin kendi çapında ömür boyu bu zorlu hatta bazen sancılı  olan bu işi yapabilmesinin toplumsal değişim için hayati olduğunu düşünüyorum. Umarım sorunu çok fazla kişiselleştirmeden birbirimizle dayanışma ve iletişim yolları buluruz. Ayrıcalıklı bir konumdayken, hatalarımız üzerinde gitmeli, suçluluk ve utanç duygularımızın da sorunun bir parçası olduğunu görmeliyiz. Bazılarımızın hâlâ kitlesel ve kasti egemen yapıların ne kadar kitlesel ve kasti olduklarını, onları ne kadar içselleştirdiğimizi ve sürekli yeniden ürettiğimizi tam olarak kabul etmediğini düşünüyorum. Zaten bu iş basit olsaydı, bu kadar zor olmazdı.

 

Bazen eşitsiz dağılım sonucu olarak ortaya çıkan bir aktivizme, bazen de ayrıcalıklı ve ayrıcalıksız gruplar arasındaki empati uçurumu sebebiyle basit bir gösteriş aracına dönüşebiliyor. Kişisel olarak bakıldığında ayrıcalıklı olanlar da zarar görüyor; belki farkına varmıyorlar ancak nihayetinde bastırılmış suçluluk duygularını ve utançlarını savunmaya girişerek dezavantajlı gruba daha çok zarar veriyorlar. Kişinin kendi konfor alanından çıkıp gerçeklerle yüzleşmesi, ciddi bir adanmışlık ve sebat gerektiriyor.    

      

Yine de, ayrıcalık kavramını kişiselleştirmekten yana değilim. Kişilerin bu ayrıcalıklardan fayda gördüklerini reddetmiyorum; hatta ayrıcalıklı olan herkesin hayatları boyunca sorumluluk alarak bu uğurda çaba göstermeleri gerektiğini düşünüyorum. Ancak ben dikkatleri bireyler ve toplumlar olarak göz ardı etmeye meyilli olduğumuz, ayrıcalığın yapısal ve kurumsal devamlılıkları üzerine çekmekten yanayım. Daha en başından ayrıcalıkları yaratan, zararlı birtakım kategorilerin toplumsal olarak farkındalığına vardığımız bir paradigma kaymasıyla ilgileniyorum. Üretimlerimde ve hayatımda önemsediğim şey bu.

 

 

Can: Sanatsal üretim sürecinizin başlangıç noktası olarak Lette-Verein Berlin’de aldığınız Fotoğraf Tasarımı eğitimini işaret ediyorsunuz. Tasarımın ve fotoğrafın dilini tüm işlerinizde etkin olarak kullandığınızı ilk bakışta söylemek mümkün. Ben de bir mecra olarak fotoğraftan ve fotoğrafın canlandırıp beni harekete geçiren güçlere dönüştürdüğü anılardan yararlanıyorum. Lisans eğitiminizden önceki yıllarda sanatla olan ilişkiniz nasıldı?

 

 

Vera: Sanırım üretimlerimde hâlâ erken dönemden kalma birtakım yaratıcılık ve hayatta kalma stratejilerini kullanıyorum. Örneğin topluluklar içerisinde yaptığım uzaktan gözlemler fotografik bakışıma dönüştü; kaleler veya güvenli bölgeler yaratmak ya da oyunlar keşfetmek mekâna ve ortak çalışmaya dayalı pratiklerim haline geldi; Schwules Müzesi’nin yönetim kurulunda yer almamla birlikte okulda ve üniversitede sürdürdüğüm adalet mücadelesinin alanı daha da genişledi. Çizim, resim ve performans alanlarında değil de daha ziyade müzik, amatörce enstrüman çalma ve şarkı söyleme konusunda iyiydim. Bir dönem profesyonel bir baterist olmak, müzik okumak gibi şeyler istedim, ancak kendimi işletme bölümünde lisans okurken buldum. Yaklaşık yedi yıl Berlin queer gece hayatı mekânlarında DJ’lik yaptım ve 2 yıl önce “Berlin’in ilk poliseksüel partisini” organize ettim. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda bile, o dönem radyolarda ve kulüplerde çalınan en yeni pop ve tekno kayıtlarını kasetlere doldururdum. İyi küratörlük yapmak veya bir fotoğraf serisi tamamlamak, bende iyi bir DJ seti hazırlamakla benzer bir duygu uyandırıyor, belki de orada çok fazla anım olduğu için. Sanatı bedensel bir deneyime dönüştüren ve algılatan her şey, frekans ve ritim ile ilgilidir. Devlet okullarında aldığım sanat eğitimi benim için neredeyse bir hiçti. Neyse ki annem ilk yıllarımda beni sanat kanonunun bir kısmı ile tanıştırdı. Yine de fotoğrafçılık okuluna gidene kadar çağdaş sanatın varlığından dahi haberdar değildim. Temel sanat bilgisi konusunda kendimi hâlâ biraz eksik hissediyorum. Hatta sanat kuramına dair yeterince eğitim almamış olmanın yanı sıra, yıllar boyu süren o klasik sanat okulu eğitimine de dahil olmayıp ya da hor gördüğüm bir sistemde daha üretken olmadığım için de sanat dünyasına yabancılaşmışım gibi geliyor. Medya araçlarından, bilgisayardan ve makinelerden hep hoşlanmışımdır. İnternet siteleri ve grafik materyaller tasarlamayı ve biraz da kod yazmayı kendi çabalarımla öğrendim. 80’li ve 90’lı yıllarda Batı Almanya’nın küçük kasaba ortamındaki dar görüşlülükten biraz olsun kaçabileyim diye çocukken çok fazla televizyon izledim. Mobilya tasarımına derin bir merak duyuyor, bir tasarımcı veya mucit olmak istiyordum. Reklamlar da oldukça ilgimi çekiyordu. Reklamcılığın yaratıcılığından ve etkileyiciliğinden iğrendiğim kadar da esinlenmiştim de. Hatta alanında öncü olan uluslararası kurumlarda tam zamanlı çalışarak bu alana giriş yapmaya bile karar vermiştim. Hayatımın dört yılını bu çok etkili propaganda aracının ardında hangi gizemler olduğunu anlamaya çalışarak geçirdim, ta ki tükenip bir fotoğrafçılık okuluna girmek için istifa edene kadar.

 

Annem hayatının ilerleyen döneminde çocuk, genç ve yaşlı yurttaşlar için düzenlenen bir sosyal etkinlikte tiyatro dramaturgu olarak çalışmaya başladı. Ben de kendisine internet sitesi ve poster tasarımında, zaman zaman da belgeleme alanlarında ufak tefek yardımlarda bulundum. O zamanlar, her şeyi gösterişli prodüksiyonların “profesyonel merceği” altında algılamak üzere eğitilmiş biri olarak annemin yaptığı çalışmanın toplumsal etkisini anlamıyordum. Geçmişe baktığımda, annemin gücüne tanık olduğum için çok memnunum. İşçi sınıfından ve sosyalist/komünist bir sosyal çevreden gelen annemle babam, çevre ve barış hareketlerinde aktivistlik yapıyordu ve halen daha yapıyorlar. Aktivizm hayatımın ilk yıllarını şekillendirdi, daha yürümeyi bile öğrenmeden eylemlere katılıyordum. Henüz yedi yaşında bir çocukken Çernobil’e göndermek üzere paketlediğimiz süt tozunun kokusu hâlâ hafızamda. Greenpeace gemilerinden birinde aktivistlik yapma hayali kurardım, ancak bedenen çok dayanıksızdım. Sanat ve fotoğrafçılık okuluna uzanan yolculuğum, bedenim reklamların oldukça rekabetçi, istismarcı, düşük ücretli ve işe yaramaz dünyasında tükenen ruhuma ihanet etmekten bıktığında başladı. O zamanlar sanat okuluna girmek için gerekli olan resim, çizim, performans gibi becerilerim olmadan idare edebileceğim yaratıcı bir araç arıyordum. Ben de belgesel fotoğrafçılığıyla ilgilenmeye başladım. Dijital kameraların ve akıllı telefonların icadından önce, portföy oluşturmak için babamın analog fotoğraf makinesini ödünç aldım; şansım yaver gitti ve okulun programına hemen kabul edildim. Eğitimim sırasında dergi pazarı tamamen çöktü, fotoğraf başına 1 Euro verilen stok fotoğrafçılığı yaygınlaştı. Gazeteciler ve pazarlamacılar dijital kameralarla artık kendi fotoğraflarını çekiyorlardı. Belgesel ve editoryal fotoğrafçıları işsiz bıraktılar. Aynı sıralarda, fotoğrafçılık okulunun üçüncü döneminde, 27 yaşımdayken, anneme kanser teşhisi kondu ve 6 ay sonra öldü. Bu zorlu zamanlarda, sanatsal üretimimdeki yolumu buldum. Fotoğrafçılığı seçmemin sebebi çizim yeteneğim olmadığını düşünmemdi, ama en azından iyi bir gözlem yeteneğim vardı ve politik koşullara kendi dilimde getirdiğim yorumlar dilsel değil, duyusaldı. Ve işte, sanat yaşamımı şekillendiren bütün etkenler bunlar. Tüm bunları detaylıca anlatmak biraz garip hissettiriyor, ancak kim bilir, belki de kariyer seçimlerinde zorluk yaşayan birilerinin işine yarar. 

 

 

BENTENCLAY-Portrait-Office-Amsterdam

 

Can: Biraz da sanatçı Sabine Schründer ile birlikte yürüttüğünüz BENTEN CLAY projesi hakkında konuşalım isterim. Bu projenin benzersiz bir yapısı var; aslında global bir şirket gibi tasarlandı, sonrasında çeşitli Avrupa ülkelerinde, aralarında bazı solo sergilerin de yer aldığı pek çok farklı etkinlik düzenlendi. Süreçten biraz bahseder misiniz?

 

 

Vera: BENTEN CLAY, disiplinler arası yaklaşıma sahip küresel bir şirket olarak Dubai’de kuruldu. Asıl odak noktası, doğal kaynakların kısıtlılığını, bunların nasıl kullanıldığını ve insanın kontrol arayışına içkin güç mekanizmalarını ve istikrarsızlığı değerlendirip, günümüz dünyasının nasıl göründüğünün analiz eden Age of an End [Bir Bitişin Çağı] adlı uzun soluklu bir proje üretmek. Yorucu bir piyasa araştırmasından sonra, BENTEN CLAY’in İletişim ve Tahsis Bölümü, BENTEN CLAY ilkelerinin, Deutsche Bank ve BASF gibi dünyanın önde gelen kurumlarının telaffuz etmiş olduğu ilkelerden daha açık bir şekilde dile getirilemeyeceği sonucuna vardı. Tepedeki bu küresel oyuncularla önemli değer-imtiyaz sözleşmeleri yapmış olmaktan gurur duyuyoruz ve gelecekte de benzer başarılar kaydedeceğimizden eminiz. Bu vesileyle BENTEN CLAY’in kurumsal etiğinden de bahsetmiş olduk.  Sorunları derinlemesine anlıyoruz. Her şeyi basit ve anlaşılır algılamamızın sebebi de bu. Açık fikirliyiz ve küreselleşmiş bir dünyada yaşanan değişimleri benimsiyoruz. Statükoya olan daimi başkaldırımız sebebiyle fark yaratan farklara değer veriyoruz. Birlikte çalıştığımız herkes için bir avantaj olabilecek yeniliklerin taşıdığı toplumsal değerin farkındayız. Vizyonumuz para kazanmaktan daha fazlasını yapmak: toplumsal sermaye oluşturmak, topluma ve kendi geleceğimize yatırım yapmak.

 

BENTEN CLAY üretime Fukushima felaketinin yaşandığı 2011 yılında başladı. Projenin temel eksenlerinden biri nükleer atık ile ilgiliydi. BENTEN CLAY adını, Finlandiya’da bulunan, dünyanın ilk nükleer Son Atık Deposu tesisinden alıyor. Bu tesis için Bentonite Clay [Bentonit Kili] hayati önem taşıyor; hatta mevzu, dünyayı nükleer atığın etkilerinden korumak olunca bu malzemenin adeta bir süper kahraman görevi gördüğünü söylemek bile mümkün. BENTEN CLAY “son depo” olmanın çeşitli parametrelerini, özellikle de İnsan Faktörüne duyulan güveni inceliyor. Nükleer Atık meselesine yöneltilen eleştirilere bir cevap olarak Age of an End’in ele aldığı diğer konulardan biri de nükleer enerji alternatiflerini incelemek. Bu amaçla BENTEN CLAY İzlanda’da bazı alan araştırmaları yaptı. BENTEN CLAY, görünürde el değmemiş doğa ile insan aşırılıkları arasındaki gerilimle ilgileniyor. Araştırma ve Geliştirme bölümü, biyolojik parametrelerin çevre üzerindeki etkilerine dair çalışmalar yürütüyor. BENTEN CLAY kendi çalışmalarına devam etmenin yansıra BENTEN CLAY PUBLISHERS adında fine pres (kaliteli yayıncılık) akımının içinde faaliyet gösteren bir yayınevi kurarak genişledi. Bu yayınevi, Avrupa’nın en büyük baraj projesi ve onun çevresel etkilerine odaklanan sesli bir kitap, dünyanın ilk nükleer atık deposunu ve içindeki radyoaktif maddeleri gösteren lazer baskı bir harita gibi özel ilgi alanlarına yönelik yayınlarla piyasaya giriş yaptı. BENTEN CLAY özel alan çalışmaları yürütmek ve elde edilen verileri sergi, etkinlik, gösterim ve konferans gibi farklı yöntemlerle uluslararası düzeyde sunmak üzere Finlandiya, İzlanda, Portekiz, Hollanda ve Yunanistan gibi ülkelere davet edildi.

 

 

Can: 2014-2016 yılları arasında Amsterdam’da tamamladığınız tek seferlik Cure Master deneysel programından bahsedelim. Odak noktası “şifa sanatçısı” olmak olan bu programın size ve üretiminize nasıl bir katkısı oldu?

 

 

Vera: Sandberg Enstitüsü’nde öğrenim görmek, eşsiz eğitim programları ve birbirinden farklı insanları barındırması sebebiyle oldukça ilham vericiydi. Her ne kadar bu deneyin içinde yer alan bazı şeyler biz öğrencilerin pek işine yaramamış olsa da kişisel ve sanatsal gelişimim için fayda sağlayacak pek çok şey öğrendiğim için kendimi yine de şanslı hissediyorum. Contemporary Cure Compendium adı altında bir dizi iş ürettim. Bence şifa kavramı tam da bana uygun bir yaklaşım haline geldi. Başlardaki çabam daha çok uygulamaya yönelikti, alternatif tıp ile bir sanat pratiğini birleştirmeye çalışıyordum. Ama kısa bir süre sonra şifa sanatlarına karşı sahiplenici ve küstahça yaklaştığını hissettiğim için bundan vazgeçtim. Bana göre yolculuğun en iyileştirici ve güçlendirici yanı buydu: “Bana ait” ilaçlar, test sonuçları ve protokoller yaratmıştım. Tabii hiçbir şeyin tamamen “kişiye ait” olamayacağının farkına vardım, yaptığımız her şeyin ardında bir gelenek yatıyor ve yaptığımız her şey daimi bir remiks. Öncelikle kendime bir Faydasız Sanatçı Hastalığı tanısı koydum, insanlara sorarak bu derde deva aradım ve bir kendine-yardım grubu oluşturdum. Sonra da kriz yaşanan coğrafi bölgedeki politik düşmanla ilgili grup meditasyonları düzenledim; sanatçıları bir botanik bahçesinde yüz yüze gece toplantılarına davet ettim ve orada örneğin bir kurumun geleceğine dair birlikte yazılar yazıp ya da fotoğraflar çektik, bitkilerden bir müzik aleti icat ettik veya bahçedeki psikotropik bir bitkinin ve İkinci Hayat’taki Hint tanrılarının yardımıyla çocukluğumuza yolculuk hakkında bir belgesel çektik. Örneğin kalp atışlarımı kaydedip bir DJ setine dönüştürerek kırgınlıklarıma dair protokoller oluşturdum; üstü kaplı bir kubbe enstalasyonunda pre-orgazmik bir bakış açısı paylaştım; ziyaretçilere bir sanat kurumu açmaya yarayacak her türlü anahtarı verdim; birini kaybettikten sonra şifa dünyasına doğru uzanan bu yolculuğa dair kişisel bir hikaye yazdım. Sanatımı yemek sonrası yapılacak kısa bir eğlence için metalaştırmak yerine, yemek masası etrafında şekillenen eğitici formatlar seçtim. Direnmek, dinlenmek, çok fazla üretim yapmak ve kaçınılmaz itaatimin farkına varmak dışında başka bir şey yapmadım, ama dopdolu bir yolculuktu bu. İçimde uzun zamandır biriken temaların ani bir dışavurumuna dönüşen çok yönlü bir yaklaşıma sahiptim. Şifanın dünyasını araştırmaya harcanan onca yıl bu yaklaşımla ilgiliydi. Bunun yanı sıra, endüstrileşmiş tıp sistemi ve biopolitik yönetim sebebiyle oluşan birikmiş öfke ve bakım emeğindeki yetersizliğimiz üzerine düşündüğüm diğer şeylerdi.

 

 

Can: Günümüz dünyasının hızla değişen koşullarını ve politik atmosferini düşündüğümüzde şifayı nasıl tanımlıyorsunuz?

 

 

Vera: Sağlık hizmetleri terminolojisiyle konuşursak eğer, bu “hızla değişen koşullar” geç kapitalizmin semptomları ve aslında pek de şaşırtmıyor. Gerçek sebeplerle ilgilenmediğimiz sürece, bölünme ve ıstırabın da tıpkı şifa ihtiyacı gibi sürüp gideceği apaçık ortada. Sosyal adalet yolunda atılan adımlar, bu gezegendeki canlı ve cansız varlıklara açılan savaşın sona ermesi, ekosistemin kendini yenilemesi ve insan türünün doğayla uyumlu yaşaması gibi süreçler can sıkıcı bir yavaşlıkla ilerliyor. Ben “şifayı” kesişimsel, hakiki, sahiplenici olmayan ve metalaşmamış yöntemlerle ele alınması gereken, anti-kapitalist ve sömürgeleşme karşıtı acil bir proje olarak görüyorum. Şifa, değişim için alan açmak, derinlemesine dinlemek, uyum sağlamak, dinlenmek, tanımak, kabullenmek, yaraları sarmak, sevmek, zevk almak, bir şeyi etraflıca ele almak, zaman vermek, büyümek, tohum ekmek, toksinlerden arınmak, beslenmek, yas tutmak, sorumluluk almak, kendini adamak, onarmak, paylaşmak ile ilgilidir. Depar atmaktan ziyade bir maratondur. Kimilerinin bizi inandırdığının aksine kestirme bir çözüm, tedavi veya her şeyi çözecek bir anahtar yoktur. Safi olarak kendi kendine iyileşme karşılıklı olarak birbirimize bağlı oluşumuzu reddeder, bireyselleştirilmiş terapi ilk başta zarar gördüğümüz koşulları yeniden üretebilir. İyileşme kuşaklar boyunca süren bir süreç, bu da onun farklı zamanlar ve bağlamlar içerisinde farklı biçimler aldığı anlamına gelir. Benim izlenimim o ki şifanın kendine ait yöntemleri var. Kendimizi ne zaman hazır hissedersek o zaman gerçekleşiyor ve bunu öngörmemiz de mümkün değil. Biz ancak farkındalık geliştirdiğimiz her alanda derinlemesine, istikrarlı ve adanmış bir çalışmayla iyileşme sürecinin bir takım koşullarını hazırlayabiliriz. Kişinin kendi tinselliğini, politik ve etik değerlerini keşfetmesi, (öz) sevgisini, kendisiyle ve toplumla ilgilenmeyi geliştirmesi, kırılgan olabilmeyi göze alması, sinir sisteminin (ortak) düzenlenişi hakkında bilgilenmesi ve bir anlığına durup her şeyin birbirine bağlı olduğu gerçeğine kendini teslim etmesi de dahildir bu sürece. Dönüşümün nasıl gerçekleştiğine dair bazı teoriler var, bunların bazıları aktivizm ve direnme aracılığıyla, bazıları küresel bilinç ve değişimlerle, bazıları da insanın dahil olmadığı şeyler ile gerçekleştiğini söylüyor. Peki neden bunların hepsi bir arada olamasın?

 

 

KADINLARIN YILI Açılışı

 

 

Can: Son projelerinizden biri olan Kadınların Yılı (Year Of The Women) üzerine konuşalım isterim. Bu çok geniş ve kapsamlı olan bu proje dahilinde birçok sergi, yetmişe yakın etkinlik ve sergi turları gerçekleştirildi. Genel anlamda bu sergilerin ve etkinliklerin çıkış noktası ve altında yatan motivasyon neydi?

 

 

Vera: LGBTIQA+ tarihinin ve kültürünün korunduğu, araştırıldığı ve tanıtıldığı dünyanın en büyük kurumu olan Berlin Schwules Müzesi’nde/ bu müzeye özgü bir alan müdahalesi olarak gerçekleştirildi bu proje. 2016 yılında Schwules Müzesi’nin yönetim kuruluna katılmak üzere davet edildim ve kurul üyesi seçildim. 2017 yılına geldiğimizde meslektaşım Birgit Bosold’la birlikte müzede, toplumda, kültür sektöründe ve her yerde etrafımızı saran gündelik cinsiyetçilikten bıkmış usanmıştık. Sürekli bahsi geçen “queer ailesinin” bizzat kendisinin aslında ayrıcalığın, otoritenin, kaynakların, ifade özgürlüğünün ve “görünürlüğün”, toplumun genelinde yaygın olan cinsiyetçi, ırkçı ve sınıfsal kalıplara göre şekillenen bir ortam olduğunu görmek ise ayrıca yıpratıcıydı. Müzenin 2008 yılında aldığı yeni bir stratejik yönelim belirleme kararının ardından on yılı kapsayan ciddi ve etkili bir envanter oluşturduk. Daha önce yalnızca eşcinsel cis erkeklerin tarih ve kültürüne adanmış müzenin, bundan sonra zengin ve kimi zaman çelişkili tüm queer konumlarına ve perspektiflerine ev sahipliği yapacak bir mekân olmasına karar verilmişti. Bu kararın pek de düzgün uygulandığı söylenemez: 2008 ve 2017 yılları arasında gerçekleşen 80 serginin neredeyse %50’sini “klasik” eşcinsel sanatçılar, kahramanlar ya da temalar oluşturuyordu. %31’i çoklu bakış açıları üzerinden hareket etmeye ve daha zengin bir “queer” evren içerisinde yer almaya çalışmış, yalnızca %12’si lezbiyen, %8’i transların konumu ile gerçekten ilgilenmiş ve sadece %2’si BIPoC[1] ile ilgili belli başlı meselelere yoğunlaşmıştı.

 

Son dönemde küresel boyutta yaşanan kadın ayaklanmaları dalgasının bir uzantısı olarak Schwules Müzesi’nde 2018 yılını “Kadınların Yılı” olarak ilan ettik. Program tüm yıl boyunca kadın, lezbiyen, interseks, ikili cinsiyet anlayışının dışında kalan, trans ve cinsiyetsiz* (WLINTA*) konumları inceleyecekti. Birleşmiş Milletlerin 1975 yılında düzenlediği (önemli, ancak tabiatı gereği değişen küresel, cinsiyetlendirilmiş güç dinamiklerinin ötesine geçme konusunda kısıtlı bir adım olan) Uluslararası Kadın Yılı’na alaylı bir göndermede bulunan “Kadınların Yılı” programımız, etkinlikleri programlama ve Schwules Müzesi’nin koleksiyon stratejilerini de içeren tüm sergi mekânına ve müze yönetimi içerisindeki yapılara karşı uzun vadeli bir müdahale niteliği taşıyordu. Niyetimiz, hem SMU [Schwules Museum Berlin] ve LGBTIQA+ toplulukları içerisinde kurulan hegemonyalara itiraz etmek hem de queer “kanonunun” oldukça önemli yapıtaşları olarak benimsenen WLINTA* toplulukların çağdaş üretim ve söylemleriyle birlikte önemli bir kültürel mirası ve tarihi herkese tanıtmaktı. FLINT*[2] perspektiflerinin zenginliğini göstermek ve queer alandaki feminist konumların muazzam önemini takdir etmek üzere “Kadınların Yılı” kapsamında dokuz sergi, yüz kırktan fazla etkinlik ve rehberli tur gerçekleştirmek istedik. Ayrıca bu süreçte radikal bakım ve queer-feminist küratörlük biçimlerini hayata geçirdik.

 

 

Can: Bu projenin parçası olarak 12 Ay Film Salonu (12 MOONS FILM LOUNGE) adlı, benim de çok merak ettiğim bir film gösterim programı da vardı. Biraz bundan bahseder misiniz?

 

 

Vera: Müzede en küçük alanı kaplamasına ve ulaşılması en kolay araçları kullanmasına rağmen “12 Moons Film Lounge” programının çok özel bir amaca hizmet etmesini istedim: Proje ne şekilde değişirse değişsin, müzenin açık olduğu her an orada hep var olan bir feminist/dişil (queer) sesin çıkmasını sağlamak. Bedensel etkileşimi teşvik etmek amacıyla spa-benzeri, queerleştirilmiş bir seyir fantezisini andıran mekânsal bir enstalasyon tasarlanmıştı. Oturma alanları, gösterimi yapılan film programları ile paralel bir gerilim ve uyum içerisinde, samimiyete ve yakınlığa sebep olacak şekilde düzenlenmişti. 12 farklı tema altında, 91 uluslararası queer feminist film ve video çalışmasını kapsayan, gösterilen film ve videoların her ay değiştiği bir yıllık uzun ve yoğun bir program oluşturuldu. Programda toplumsal olarak güncel ekoloji, ekonomi ve toplum temaları hakkında alışılagelmişin dışındaki queer-kadın-feminist bakış açılarından oluşan konumları ele alan işlere yer verildi. Bu konumları geniş toplumsal söylemlerin içine kaydetmeyi ve süregiden sergilere katkıda bulunan, onları bir bağlama yerleştiren, yaratıcı bir tarzla onları bozan, hatta onlarla çelişen işleri seçtik ve böylece FLINT* ve QTBIPoC[3] konumlarından oluşan daha geniş bir yelpazeyi hem kamera arkasında hem de önünde görünür hale getirdik. Bazı programlar küratöryel iş birliğiyle yapıldı veya konuklar tarafından üstlenildi ve her programa eşlik eden bir yan etkinlik düzenlendi. Şu anda dijital bir arşiv ve Kadın Yılı hakkındaki bir yayın üzerinde çalışıyorum.

 

 

Art On Demand, action, video documentation, 2013

 

Can: Son olarak Talep Üzerine Sanat (Art On Demand) adlı güncel projeniz hakkında konuşalım isterim. Hepsi işbirliği içinde çalışan sanatçılar, küratörler, yazarlar, kuramcılar ve izleyicilerin, başka bir deyişle “kültür üreticileri”nin kurduğu uluslararası bir platformdan bahsediyoruz.

 

 

Vera: İçinde yaşadığımız dönemde son derece yararlı olsa da mevcut durumdan dolayı bu platformu kurmaya henüz başlayamadım; ama üretken olmanın kendi zamanı ve yeri vardır ve bu projeyi şimdi yaparsam hassas bir durumdan yararlanacakmışım gibi hissediyorum. Müzedeki deneyimlerimden sonra, sanatı kurumsal kısıtların ötesinde yaygınlaştırma ve erişilebilir kılmanın yollarını bulma konusunda hiç olmadığım kadar kararlıyım artık. Bu projenin kıvılcımları 2013 yılında Finlandiya’ya katıldığım bir projede doğdu. Yine Arteles’teki misafir sanatçı programındaydık ve ziyaretimizin sonunda son bir sergi yapmamız gerekiyordu. Bize bölgedeki halkın bu tarz etkinliklere katılmadığını söylediler. Bu bağlantısızlığa sebep olabilecek etmenleri derinlemesine inceledikten sonra, insanların arayıp sanat yapıtı sipariş edebilecekleri “eve servis bir sanat menüsü” yarattık. İzleyici nerede istiyorsa orada fotoğraf çekimleri, canlı konserler, canlı çizimler gibi samimi buluşmalar ve canlı sanat üretimleri sunduk. Ben her zaman bu projenin bazı yönlerden bir adım ileriye taşınabileceğini düşündüm. Bu yüzden bu sene yeni bir konsept yaratarak ilk üyelerin de izniyle meslektaşlarımdan biri olan Dr. Friederike Landau’ya sundum ve beraber bu fikri geliştirmeyi önerdim.

 

 

Can: Bu bağlamda talep kavramı hakkında ne söyleyebiliriz?

 

 

Vera: COVID-19 göz önüne alındığında, sanatçılar ve kültür üreticileri uzun vadede muhakkak yeni sanatsal üretim ve iş birliği biçimleri bulmak zorunda kalacaklar. Proje, kültürel çalışmalara yönelik yeni yaklaşımlar ve özellikle karşı-kültür alanlarının kaybolmasıyla birlikte gittikçe marjinalleşmek zorunda bırakılan toplumsal gruplarla sektörler arasında yeni ittifak yapıları geliştirmenin, bunlara imkân sunmanın ve belgelemenin yolunu araştırıyor. AOD, yeni sanatsal öz-örgütlenme ve erişim biçimleri bulmaya çalışıyor. Erişilebilirliği radikal bir yaklaşımla ele alan bu proje, sergi mekânlarına kısmi erişim kısıtlamaları, azalan fonlar, kültür işçileri arasında bir zehirli rekabet ortamı oluşmasının teşvik edilmesi, küratöryel tahakkümün olumlanması ve bedenen sağlıklı insanların erişiminin öncelenmesi gibi meseleleri kapsayan, sistemik bir sanata erişim krizine işaret ediyor. AOD, sanatı herkes için erişilebilir, herkese hitap edebilen ve herkesin deneyimleyebileceği bir müşterek olarak yeniden ele geçirmeyi savunuyor.

‘Talep” kavramının ne anlama geldiğini hep birlikte tartışmamız gerekiyor: Müştereklerimizi hayata geçirmek amacıyla kolektif bir şekilde çalışırken bizi etkin kılabilecek bir terim olabilir mi talep? AOD, “talep” sözcüğünün ikircikli anlamıyla oynayarak işe başlıyor. Bu kavram yalnızca talep edilen ürünün ve hizmetin vaktinde tedarik edilmesine yönelik ekonomik bir beklenti olarak görülemez, aynı zamanda özgürlük, eşitlik ve dayanışma mücadelesinin istekleri ve sesi olarak politik bir boyut taşır talep. Çeşitli talepleri dile getirmek, sanatı kamusal altyapı olarak yeniden ele geçirmeyi teşvik edip, bu kriz ortamında kirlenmeden kalmasını sağlayacak.

 

 

Can: Elbette bu talebin sonucu olarak maddileşen bir üretim var. Bu platformda nasıl bir alışveriş gerçekleşiyor?

 

 

Vera: Erişilebilir sanatı bir müşterek olarak geri kazanmayı amaçlayan bu proje, aşağıdaki modelden yola çıktı ve bu model zamanla daha da incelikli hale gitirilebilir. “Eylemler” bölümünde şöyle bir işleyiş söz konusu: “Talep öneren” sanatçılar, planlı sanatsal eylemlerin ya da bir eve veya belirli bir toplumsal ya da yerel gruba “ulaştırılmak” üzere ısmarlanmış sanatsal “hizmetler”in duyurusunu yapabilir. Aslında sanatçılar ve küratörler, yeni karşılaşma ve yakınlıklar oluşturmanın yollarını icat ediyor. “Talepte bulunan” AOD kullanıcıları veya izleyicileri ise “isteklerini” belirtirler, sanatçılar da bu taleplere yaratıcı, ortak çalışmaya dayanan ve yeni ilişkiler yaratan biçimlerle karşılık verirler. Bu oyunbaz ve katılımcı bakış açısıyla AOD, sanatın izleyicisini beklemek yerine sanatı insanlara götürdüğü için, “sanata erişim” kavramını terse çevirir. Tabii ki bizzat sanatın rolünü ve ısmarlama çalışma tarzıyla kurduğu tarihsel bağları da incelememiz gerekiyor. Klasik erişim programlarının aksine AOD, kişilerin sanata erişimini önceden belirlememek ve buna yön vermemek konusunda kararlı bir yaklaşım benimserken, aynı zamanda sanat üreticilerini ve izleyicilerini, “talep edilen” sanat biçimlerini ve lojistiklerini tartışmaya teşvik etmektedir. (Sosyal ve mekânsal) mesafeye rağmen her AOD eylemi, bir mütekabiliyet, güven ve yakınlık çerçevesinde, iş birliği ile tasarlanıyor.  “Yansımalar” adlı ikinci bölümde, her eylem ve talep, katılımcı sanatçılar ve topluluk üyelerinin yanı sıra ilgili yazarlar ve kuramcılar tarafından da belgelenecek ve internette yorumlanacaktır. Geçmiş ve güncel sanatsal eylemler, eleştirel izleyici çalışmaları, kamusal ve özel alanlara dair siyasal kuramlar, sanat üretiminin duygulanımsal politikası hakkındaki söylemlere ve belirli yerlerdeki belli topluluklarla beraber gerçekleştirilen AOD eylemlerini anlamak ve kavramsallaştırmak için kullanılan öğretici kuramlara ve yaklaşımlara gömülü haldedir. Bu (öz-)düşünüm, erişilebilirliğe dair, daha sonraki eylemlere ilham verecek olan kamusal/özel alan, başarı/başarısızlık, yakınlık/mesafe, samimiyet, ekonomi ve emek gibi meseleleri de içeren bir bilgi ekosistemi yaratıyor. Eğer bunları okuyup da ilham alan herhangi biri varsa lütfen benimle iletişime geçsin.

 

 

------------

[1] BIPoC – Black Indigenous People of Colour = Siyah, Yerli ve Renkli İnsanlar

[2] FLINT – Female, Lesbian, Inter, Non-Binary, Trans = Dişi, Lezbiyen, İnterseks, Non-Binary, Trans

[3] QTBIPoC – Queer & Trans Black, Indigenous, People of Color = Queer ve Trans olan Siyah, Yerli ve Renkli İnsanlar

Bir hata oluştu. Lütfen sonra deneyiniz.
E-posta bültenine başarı ile kayıt oldunuz.